Yaşananları “iyi” ve “kötü” şeklinde ayırmayı severiz. Gerçekte mutlak iyi ve mutlak kötü yok gibidir. Hayatı anlamlandıran, bu ve benzeri zıtlıkların farklı oranlarda yan yana gelmesidir.
Bu yazıda, yaptığımız saptamanın ilginç örneklerinden birini dile getireceğim. Belki sevimli gelmeyebilir. Bir gün kızımla konuşurken, tartıştığımızın biyolojik arka planını anlattığımda, “baba, romantizmin içine ettin!” diye çıkışmıştı. Umarım, siz de benzer tepki göstermezsiniz.
***
Doğum hayatın en büyük mucizelerinden biridir. Gerek gebelik, gerekse sonrasında emzirme ve büyütmede annenin fedakârlığı her türlü takdirin üstündedir. Aynı oranda olmasa da, baba da yavrusu için titrer. Bu özverinin ödülü, sıkıntılara katlanma gücü veren, mutluluk saçan çocuklar ve ailenin dayanışmasıdır.
Ne var ki, dayanışmanın doruğa çıktığı gebelik süreci, içten içe bir çekişmeye de sahne olur.
***
Anne karnındaki yavru, adeta bir “şeker” bağımlısıdır. Öyle ki, kilo başına tükettiği şeker, ortalama bir erişkinin kilosu başına tükettiğinin iki katından fazladır. Yavru, enerji ihtiyacının beşte dördünü karbonhidratlardan sağlar.
Doğal olarak, bu ihtiyacı annesinden sağlamak zorundadır. Ancak, şeker depolarımız çok fazla olmadığından, ayrıca en önemli organımız olan beyin temelde yalnız şeker tükettiğinden, şeker anne için de “değerli” bir enerji kaynağıdır.
Anne ve yavru, annenin şekeri için rekabet eder. Romantizmi bozmamak için ve söz konusu olan şeker de olduğundan, isterseniz, “tatlı” bir rekabet diyelim.
Şeker oburu yavrunun kanındaki şeker, annesininkinden 10-20 mg/dL kadar daha düşüktür. Bu yoğunluk farkı, -suyun yüksek bir yerden alçak bir yere yönelmesi gibi- anne kanından, bebeğe şeker geçişini kolaylaştırır.
Yavru, ihtiyaç duyduğu şekeri ve diğer besinleri alabilmek için plasentayı kullanır. Bu amaçla plasentadan salgılanan çeşitli hormonlar, yavrunun bu arzusunu karşılayabilmek için, annenin metabolizmasını değiştirir. Bu hormonların başında insan plasental laktojeni (hPL) denen hormon gelir.
En temel değişiklik, vücut hücrelerinin şekeri alıp kullanabilmeleri için gereken insülinin tesirinin azaltılmasıdır. Annenin insülini yavruya geçmediğinden bu olumsuzluktan yalnızca anne etkilenir. Buna karşılık anne karnındaki yavru henüz 10-12 haftalıkken insülin üretmeye başlar. Üstelik onun insülini anneninkiyle kıyaslanmayacak ölçüde etkilidir.
Plasental laktojen hormonu, ayrıca annenin yağ depolarından yağın parçalanıp kana geçmesini artırır. Bunu yaparken beklenti, annenin enerji ihtiyacı için yağı kullanması, yavrunun şeker istihkakına zarar gelmemesidir. Hatta şeker yetmezse, yavru parçalanan yağa da göz dikebilir.
Bütün bu gelişmeler, açlık sırasında annenin kan şekerinde düşme eğilimi yaratır. Gerçekten de bir çalışma, annelerin açlık şekerinin doğum öncesi ortalama 75,2 mg/dL iken, doğum sonrası 92,5 mg/dL olduğunu ortaya koydu.
Anne için asıl sorun tokluktadır. Toklukta devreye girmesi beklenen insülin, yeterince etkili olamadığından şeker hücrelerce yeteri kadar alınamaz, yüksek kalır. Bu da yavrunun işine yarar, sevdiği şekere kavuşur.
Ancak anne, duruma duyarsız kalmaz. “Fedakârlık, bir yere kadar!” deyip, pankreasından daha fazla insülin üretmeye çalışarak, duruma el koyar.
Ama yavru da boş durmaz. Yavru büyüdükçe plasenta da büyür. Plasentadan salgılanan annenin insülininin tesirini azaltan hormonların miktarını artırır.
Bir tür şeker için rekabet sürer. Tahterevallinin yavru tarafı ağır basarsa, annenin şekeri fazlaca yükselip anne, gebelik şeker hastalığı (gestasyonel diabetes mellitus) dediğimiz durumla karşı karşıya kalır.
Gebelik şeker hastalığının daha çok kilosu fazla annelerde görülmesi, anne karnındaki yavrunun vicdan azabını hafifletiyor olabilir.
Yavrunun bilmediği şey, bu rekabete annenin girmesinin ve yavrusuna -gereğinden- fazla şeker gitmemesi için çabalamasının, yalnızca bencillikten olmayışıdır. Çünkü yavrunun anne karnında fazlaca şeker yiyip gereğinden fazla irileşmesi, yani tosuncuk olması, hem anne hem de bebek için sorunlara yol açabilecektir. Bu da, anneye şeker için giriştiği rekabette teselli olabilir.
Baba, bu rekabetin arka planındadır. İşini daha ilk yumurtayla ilk spermin birleşip yavruyu oluşturduğu zaman görüp, bir kenara çekilmiştir. Anneyle yavrunun rekabetinde, tercihini yavrudan yana kullanmıştır. Ne de olsa, anneyle gen ortaklığı yoktur ama yavrunun genlerinin yarısı babasınındır.
Babanın yaptığını merak ediyorsanız söyleyeyim: Hani o annedeki değişikliklere yol açan hormonların başındaki plasental laktojen hormon var ya, o babadan aktarılan bir genin kontrolündedir…
***
Hayat böyle bir şey! Biraz sevgi, biraz şefkat, biraz yarış…