Çok dikkat çekmemiş olabilir. Ama mikropların tarihin seyrine katkısı, tahminlerin ötesindedir.
Onlar nice ülke, şehir, kasaba ve köyleri tarih sahnesinden sildiler. Yenilmez sanılan nice ordulara baş eğdirdiler. Ve nice mağrur, zalim, görkemli hükümdarı -hem de ıstırapla- ölüme götürdüler.
Ama iki tanesi var ki, iki kıtanın “kaderini değiştirdiler” dedirtecek ölçüde güçlü etkileri oldu. Batı dünyası onlara çok şey borçlu…
KARA ÖLÜM
Hun ve Viking saldırılarıyla 473’te yıkılan Batı Roma imparatorluğu, merkezî otoritenin kaybıyla iki büyük gücün filizlenmesine imkân sağladı. İlki kral atayıp kral azleden, eğitim ve yaşamı kontrol altında tutan, zengin topraklara sahip güçlü bir kilise; diğeri zayıf düşen krallıklara karşın güçlü derebeyleriydi.
Surlarla çevrili devasa şatolarda yaşayan asiller, geniş arazileri kontrol ediyor; koruyup kollama taahhüdüyle, bölgelerindeki köylüleri -kendileri için- çalıştırıyorlardı. Köylülerin bir bölümü, topraklarla birlikte alınıp satılabilen kölelerdi. Bazısınınsa kendi toprakları vardı ama lortlara vergi ödemek ve onlar istediğinde asker olarak savaşmak zorundaydılar.
1347’de Kırım’dan kalkıp Sicilya’ya ulaşan bir gemi yükleriyle birlikte fareler de getirdi. Ama bu farelerin pireleri, pirelerin de -yüzyıllar sonra Yersinia pestis olarak adlandırılacak- mikropları vardı. Fareler gemilerden Sicilya sokaklarına hastalık ve ölüm taşıdılar. Pirelerden insanlara geçen mikroplar; yüksek ateş, kocaman siyah bezeler, öksürük, kanamalar ile acılı bir ölüme neden oluyordu. Birkaç gün içinde nüfusun yarıdan çoğu öldü.
O zamanlar, insanların henüz mikroplardan haberi yoktu. Ne olduğuna akıl erdiremediler. Ölümün farelerle geldiğini bile fark edemediler. Ölüm dalgalar halinde ve hızla Akdeniz ülkelerine, Orta ve Kuzey Avrupa’ya yayıldı. Bu ilk dalgada 25-30 milyon kadar Avrupalı hayatını kaybetti. Bunun o zamanki Avrupa nüfusunun üçte birine karşılık geldiği kabul ediliyor.
Hastalığın en son görüldüğü 1720 yılına kadar, ölüm her 2-20 yılda bir Avrupa’yı biçmeyi sürdürdü. Ardışık salgınlardan, direnebilenlerin döl vermelerinin, salgınların sonunu getirmiş olması muhtemeldir.
Halk çaresiz ve şaşkındı. Hastalara yakınlığın, hastalanmayı kolaylaştırdığının farkına varmışlardı. İnsanlar en yakınlarını dahi terk eder oldu. Bazısı Azrail’in elinden başka bölgelere göç ederek kurtulacağını düşündü. Ölüler için yapılan ritüellere son verildi, sıklıkla çukurlara doldurup toprakla örtüyorlardı. Kimileri işledikleri günahların cezası olduğuna hükmedip iyice dindarlaştı. Kimiyse rahip veya fahişe ayırt etmeyen Tanrıya gücendi. Ölümün kaçınılmazlığına inanıp tecavüz, hırsızlık, cinayeti sıradanlaştıranlar türedi. Hastalığın kuyuları zehirleyen Yahudilerden kaynaklandığı söylentisi, farklı bölgelerde yüzbinlerce Yahudi’nin yakılmasına yol açtı.
O dönemde kendine yeter, kapalı bir ekonomi vardı. Kentlerdeki az sayıda zanaatkâr dışında, işgücünün yüzde doksanını köylerdeki ırgatlar oluşturuyordu. Hem kalabalık ailelerini, hem de asilleri besliyorlardı.
Ölüm ırgatları kırınca, çalışacak insan bulmak zorlaştı. Derebeyleri, emek sıkıntısını köleleri serbestleştirerek, ücretleri artırarak, kiralamaya baş vurarak, ücretleri dondurmaya çalışarak çözmeye çalıştı. Ama işgücü arzındaki sıkıntı, her durumda emekçilerin elini güçlendirmişti. Öte yandan toprakların fiyatı düşmüş, asiller güç kaybetmişti. Derebeylik düzeni çatırdamaya başladı. Ölen din adamlarının yerini saygınlığı olmayan menfaatperestlerin alışı kiliseyi de zayıflattı.
Ölümlerin bir başka sonucu, servetin daha az sayıda insanın elinde toplanması ve yeni zenginler yaratmasıydı. Onlar felsefe ve sanatla uğraşacak daha fazla zaman buldular. Saman damlı, tek katlı karanlık evler yerini kiremit çatılı, taş ve tuğla binalara bıraktı. Ekim için yeni alanlar peşinde koşmanın sonlanması, ormanların serpilmesine imkân tanıdı.
Emek sıkıntısının bir başka sonucu, tarım teknolojisi ve verimliliğe daha fazla kafa yorulmasıydı. Kentlerdeki zanaatkâr ve memurların işlevleri arttı. Üretim azalsa da, tüketim çok daha fazla düştü; daha fazla ürün elde kaldı. Özellikle daha az emek gerektiren hayvancılığın gelişmesi, ihtiyaç fazlası et ve yün sağladı. Tüccarlık gelişti ve bu tüccarlar malları satacak yeni bölgeler peşinde koşmaya başladılar.
Sözün kısası, art arda veba salgınları bütün bir kıtayı, hemen her alanda değiştirdi. Ölen yalnız insanlar değildi. Acımasız mikrop, Avrupa’nın -feodalite ve kilise sütunlu- karanlık çağının da sonunu getirdi. Yıkıntılar arasından Batı’yı uygarlığın zirvesine taşıyacak Reform ve Rönesans boy gösterdi.
Emeğin ve onunla birlikte ücret kavramının güçlenmesi ve tüccarlığın kurumsallaşması kapitalizme kapı araladı. Kiliseyle birlikte skolastik eğitimin güç kaybı, modern bilimin serpilmesinin önünü açtı. Tüccarların yeni pazar arayışları bilinmeyen toprakların keşfine, ardından da bu topraklardaki zenginliklerin Avrupa’ya taşınmasını sağladı.
ÇİÇEĞİN LANETİ
Avrupa’da -ticaretin gelişip tüccarların yeni pazar arayışları, bilim ve teknolojinin gelişmesi gibi- değişimlere; İpek ve Baharat yollarının Osmanlı’nın eline geçmesi, Hıristiyanlığı yayma emeli gibi başka nedenlerin de eklenmesi “bilinmeyen” topraklara seyahatleri tetikledi. Bunların en ünlüsü, Kristof Kolomb’un 1492’de Hindistan sandığı Amerika kıtasına varışıdır. Ancak 1507’de burasının yeni bir kıta olduğu fark edildi.
Avrupa’nın farklı halkları ama en çok da İspanyol ve Portekizliler bu yeni toprakların heveslisiydiler.
O zamanlar yaklaşık şimdiki Meksika topraklarında Aztek, And dağları çevresindeki Peru topraklarında ise İnka uygarlıkları vardı. Bulundukları döneme göre güçlü medeniyetler oldukları kabul edilir.
Ne var ki, 1519’da Herman Cortes öncülüğünde 500 kişilik bir İspanyol askerî gücü Azteklerin; 1531’de Francisco Pizzarro öncülüğünde 67’si atlı, 100’ü piyade küçük bir maceracılar grubu İnkaların sonunu getirmeye yetti.
Her iki uygarlığın da sayıca kıyaslanamayacak kadar çok daha büyük ordulara sahipken, küçücük kuvvetlere boyun eğmeleri ilgi çekicidir. Bunda Amerikan yerlilerinin daha önce bilmedikleri, atların ve tüfeklerin payı vardır. Ama aslan payı yine -kızamık ve tifo gibi- mikropların, özellikle de çiçek mikrobunundur.
İspanyollar yüzyıllardır evcil hayvanlarla yan yana yaşıyordu ve -özellikle onlardan kaynaklı- mikroplara direnç kazanmışlardı. Oysa yerliler -atlar ve tüfekler gibi- bu mikroplarla da ilk kez tanışıyorlardı.
Cortes’in Afrika’dan getirdiği kölelerden biri Çiçek hastasıydı ve bunu bir İspanyol askere bulaştırmıştı. Bu asker, adeta bir soykırımın fitilini ateşledi. Azteklerin nüfusu mikrop salgınlarıyla 50 yılda 25-30 milyondan 1,5-3 milyona düştü.
Benzer bir felaketi İnkalar da yaşadı. Çiçek salgınıyla nüfuslarının %60-90’nı kaybettiler. Çok daha sonra 1617-1619’da bu kez Kuzey Amerika yerlileri çiçeğe yenik düştü.
Ama trajedi bu salgınlarla sınırlı değildi. Salgınlarda Amerikan yerlilerinin nüfusu öylesine azalmıştı ki, tarlalar ve madenlerde çalıştıracak insan sıkıntısı baş gösterdi. Sorun Afrika’dan köle ticaretiyle çözülmeye çalışıldı. 350 yıl biteviye, gemilere doldurulan Afrikalılar kıtaya taşındı. Hem de öylesine kötü koşullarda taşındılar ki, Atlantik Okyanusu’nun 15 milyon Afrikalıya mezar olduğu söylenmektedir.
Afrikalı köleler de bu topraklara sarı humma mikrobunu getirdiler. Onlar bu mikroba dirençliydi. Kabak yine önceki salgınlardan canını kurtarabilmiş Amerikan yerlilerinin başına patladı. Sarı humma ile yeni bir kırım yaşadılar.
Bütün bu süreç, kıtanın nüfus yapısını kökten değiştirdi. Yerliler yalnız bedenlerini, başta altın olmak üzere zenginliklerini değil, binlerce yılda geliştirdikleri kültürlerini de kaybettiler.
Cortes ilk karşılaşmalarında onları Hıristiyanlığa davet ettiğinde reddetmişlerdi. Ama çiçek salgınında İspanyollara tanrıları kol-kanat gererken, kendi tanrılarının onları korumadığını düşünüp davete icabet ettiler. Günümüzde Amerikan yerlilerinin Hıristiyanlığa tutkuyla bağlılıkları dikkat çekicidir.
İspanyollar kıtanın zenginliklerini ülkelerine taşıyarak İspanya’nın gücüne güç kattılar. Ama zenginliğin getirdiği rahatlık, onların Sanayi devrimini geriden izlemelerine sebep oldu…
Çiçeğin kıtayı biçimlendirmesi, saydıklarımızla sınırlı değil: İngiliz sömürgeciler, İngiltere’nin Kanada’yı ele geçirmesini önlemek istiyorlardı. Ama duruma müdahale etmeyi amaçlayan askerler çiçeğe yenik düştüler. Bedeli ABD ve Kanada’nın ayrı devletler halinde kalmasıydı.
KISSADAN HİSSE
Özellikle sosyal ve politik olayları tek bir nedene bağlamak doğru değildir. Kuşkusuz ne Avrupa, ne de Amerika kıtasındaki değişimleri mikroplara indirgemek gereğinden fazla iddialıdır.
Ama mikropların tesirini göz ardı etmek de onlara haksızlık olur…
***
Olup biten, insana ister istemez, birilerinin felaketinin birilerinin hayrına olabileceği gerçeğiyle bir kez daha yüzleştiriyor. Ve sanki benim çok sevdiğim, “her iyilikte bir parça kötülük, her kötülükte bir parça iyilik vardır” deyişini doğruluyor.