(Tablo: Albert Dürer. "Mahşerin
Dört Atlısı)
Bir zamanlar mavi gezegen
İlk insanın ne zaman ve nerede ortaya çıktığı hâlâ tartışılıyor.
Şimdilik cevap, yüz binlerce yıl önce ve Afrika'da gibi görünüyor. Ama
ilk atalarımızın ciddi açlık tehdidiyle karşı karşıya olduğu bir gerçek.
Tarım ve hayvancılık bilgileri olmadığından, tabiatın kendilerine bahşettikleriyle
yetinmek zorundaydılar. Tabiatsa -başta mevsim olmak üzere- koşullara
göre, bazen cömert, bazen cimriydi. Besin bulmanın süreksizliği yüzünden,
ancak bereketli dönemlerde en iyi depolayabilenler, kıtlık dönemlerinde
sağ kalabildiler. Bir bakıma bizler, iyi depolayabilen yani şişmanlamaya
yatkın ataların torunlarıyız. Ötekiler yaşam savaşını yitirdi ve döl veremediler.
On bin yıl kadar önce, hayvanları evcilleştirip, çoğaltmayı
ve tohum ekerek tarım yapmayı öğrendik. Bu, ilk müthiş dönüm noktası oldu.
O güne kadar çok geniş alanlarda küçük gruplar halinde sağ kalmaya çalışan
atalarımız, bu tarihten sonra hızla çoğalmaya ve kentleşmeye başladılar.
Artık besin bulmak, eskisi kadar büyük bir sorun olmaktan çıkmıştı.
Gerek tarım devriminden önce, gerekse daha sonraki yıllarda,
insanlar varlıklarını sürdürebilmek için didinip durmak (hiç olmazsa,
kendileri için didinip duracak birilerini bulmak) zorundaydılar. Buhar
makinasının keşfiyle başlayan endüstri devrimi, didinme işini önemli ölçüde
makina ve fabrikalara devretti. Son bir kaç on yıla damgasını vuran telekomünikasyon
ve bilgisayar ise, insanın hareket zorunluluğuna hemen hemen son verdi.
Günümüz insanı, ulaşım araçları, asansörler, yürüyen merdivenler
sayesinde yer değişikliği için enerji harcamak zorunda kalmıyor. Ne meslekî,
ne de günlük yaşamla ilgili gereksinimleri için harekete gerek yok; yapılacak
tek şey, bunları bizim adımıza yerine getirecek makina ya da robotları
harekete geçirmek için düğmeye basmak. Enformasyon teknolojileri, neredeyse
yerinden kalkmadan, tüm dünyayı evirip çevirmeye imkân sağlıyor.
Hastalıklı yarı ömür
Tüm bu değişimler insanlığa refah getirdi. Geçmişin karanlık
dünyası artık ışıl ışıl. Mevsimlerin getirdiği olumsuzlukları neredeyse
yaşamıyoruz. Açlık, yoksullar için bile önemli bir sorun olmaktan çıktı.
Kas gücüne dayalı emek ve alın teri yok olmak üzere. Dünya küçüldü ve
zaman hızlandı...
Artan refahın sağlığa da olumlu yansımları oldu: Açlık ve
yırtıcı hayvanlar artık öldürmüyor. İklimin sağlığa getirdiği olumsuzluklar
da azaldı. Antibiyotikler ve aşıların keşfi sayesinde, bir anda kentleri
mezarlığa çeviren bulaşıcı salgınların önü alınabildi. Sonuçta ölüm oranı
azaldı ve ömür uzadı.
İtirazları duyar gibiyim: Tarım, endüstri ve enformasyon
devrimleri, her şeyi iyileştirmedi. Kötüye giden şeyler de var: Özellikle
endüstri devrimi sonrası, doğal kaynaklar azaldı, çevre hayli kirlendi;
ekolojik sistem bozuldu. Enformasyon devrimiyle gelen zaman hızlanması,
değişime uyum sorunlarına yol açtı...
Yolunda gitmeyen şeylerden biri de sağlık. Aslında, ömür
uzamaya devam ediyor ama hastalıklar öylesine arttı ki, insanlar, ömürlerinin
ikinci yarısını, bozuk sağlıklarını düzeltmeye hasretmek zorundalar. Kentleri
mezarlığa çevirebilen bulaşıcı hastalık salgınlarının yerini, adeta kentleri
poliklinik ve bakım evlerine dönüştüren kronik (süre giden) dejeneratif
(yıpratıcı) hastalıklar aldı. İnsanlar artık, -bazen aniden, ama çoğu
kere yıllarca- doktor doktor, hastane hastane dolaşıp, avuç avuç haplar
yutuyor ve sonunda ya damar sertliği ya da kanserden ölüyorlar. Gerçekten
de istatistikler, insanların yarısının damar sertliğine bağlı hastalıklardan
yani kalp krizi ve felç yüzünden, dörtte birininse kanser yüzünden öldüğünü
gösteriyor.
İnsanların yarısını öldüren (bu her birimiz için %50 ihtimal
demektir) damar sertliği, nedensiz değil. Belli bir yaşın üstünde (erkeklerde
45, kadınlarda 55) olmak (ya da menopoza girmek), sigara içmek, hipertansiyon,
şeker hastalığı, HDL denen iyi kolesterolün düşük, LDL denen kötü kolesterolün
yüksek olması, ailede damar sertliğine bağlı hastalık öyküsü, şişmanlık
ve hareketsizlik başlıca risk faktörleri. Bunlardan kaçına sahipseniz,
o kadar büyük risk altındasınız demektir.
Ailenizde, önceden damar sertliğine bağlı sorun yaşanıp
yaşanmadığı sizin elinizde değil. Yaş da öyle; yılları durduramazsınız.
Ama diğerleri için durum farklı. Sigara içip içmemek, büyük ölçüde iradenize
bağlı. Ya hipertansiyon, şeker hastalığı, kolesterol sorunu, şişmanlık
ve hareketsizlik?
Ölümcül Dörtlü
Son yıllarda doktorlar bir şeyi farketti: Şişmanlarda,
özellikle de yağın daha çok bel ve karın bölgesinde toplandığı kimselerde,
tansiyon yüksekliği de, -açık ya da gizli- şeker hastalığı da, kolesterol
sorunu da daha fazlaydı. Bu ilişki tersinden de böyleydi, yüksek tansiyonlularda
şişmanlık, şeker hastalığı ve kolesterol sorunu; şeker hastalarında şişmanlık,
yüksek tansiyon ve kolesterol sorunu; kolesterol sorunlularda şişmanlık,
hipertansiyon ve şeker hastalığı çok daha sıktı. Kısacası, şişmanlık,
hipertansiyon, şeker hastalığı ve kolesterol sorunu bir yumak halinde
iç içe geçmiş durumdaydı; adeta dörtlü sac ayağıydı.
Bu dörtlü, ölümcül damar sertliği hastalıklarının bel kemiğini
oluşturduğundan "ölümcül dörtlü" olarak adlandırıldı. Kimileri buna "metabolik
sendrom", kimileri de "sendrom X" adını taktılar.
Şu anda bu dörtlünün çevresinde büyük fırtınalar koparılıyor.
Tıbbın buna da hakkı var: Şayet bu dörtlü ölüm yumağı çözülebilirse, insan
ömrü çok uzayacak ve belki de daha önemlisi; daha kaliteli bir yaşam sürme
şansımız olacak.
Şu anda tartışmalar devam ediyor. "Neden bazılarında bu
dörtlü bir arada boy gösteriyor?" sorusuna yanıt bulunmaya çalışılıyor.
Kimilerine göre bunun nedeni kalıtım. Gerçekten de kaltımın payı var gibi
görünüyor ama "ölümcül dörtlü" nün patlama derecesindeki artışı, sorumluluğu
kalıtımın sırtına yüklemeye engel oluyor. Şayet, ileri sürüldüğü gibi
sorumluluk büyük ölçüde genlerin olsaydı, on yıllar içinde genetikte anlamlı
değişiklikler olamayacağına göre, bu sorunlar, son zamanlardaki anlamlı
artış görülmesdi.
Oysa, sözü edilen sorunların tümü ciddi oranlara eriştiler
ve artmaya da devam ediyorlar: Şu anda dünya nüfusunun yarısı kilo fazlalığı,
dörtte biri şişmanlık sorunuyla karşı karşıya. Erişkin nüfusta, her 4
kişiden biri tansiyon hastası. Şeker hastaları yirmide birden onda bire
yükseldi ve önümüzdeki 20 yılda oranın beşte bire yükseleceği tahmin ediliyor.
Gittikçe taraftarı artan görüş, ölümcül dörtlüye yaşam tarzımızın
neden olduğu. Yani yazının en başında sözünü ettiğimiz değişim: Sağlıksız
besleniyoruz ve hareket etmiyoruz.
Sağlıksız besleniyoruz: Yiyecek (hiç olmazsa belli yiyecekler)
-en yoksul kesimlerin bile erişebileceği şekilde- bollaştı. Endüstrileştirilen
ve evrimin bize "daha lezzetli" olduğunu söylediği yağ ve şekeri- yani
enerji depolarını daha çok tüketiyoruz. Giderek daha çok rafine edilen
yiyecekler yüzünden posa alımımız son derece azaldı. Fast-food ve snack'ler
sayesinde, yemelerimiz bir ritüel olmaktan çıktı; gece-gündüz, yatarken,
otururken, yürürken, çalışırken, seyrederken, okurken... habire atıştırıyoruz.
Hareket etmiyoruz: İmkân olsa, arabasız adım atmayacağız.
Bir kat merdiven çıkmamak için, uzun süre asansör bekleyebilecek kadar
özverili (!) hale geldik. Hareketi bütünüyle makinalara, otomatlara, butonlara,
robotlara, bilgisayarlara, mikroçiplere... devretmeye çalışıyoruz.
Sözün kısası, refah hastalıklarına yakalandık. Tarım, endüstri
ve enformasyon devrimleriyle gelen refah sayesinde, yanlış besleniyor
ve az hareket ediyoruz. Bu yüzden, -biraz da kalıtımın etkisiyle- şişmanlık,
yüksek tansiyon, şeker hastalığı ve kolesterol sorunundan oluşan ölümcül
dörtlüye yakalanıyoruz. Bunlara yaş ve sigara içimini de eklersek, damar
sertliğine giden yolu açmış oluyoruz. Yani kalp krizine, felce, gangrene
ve ölüme...
Pozitif sağlığa merhaba!
Ne yapmalıyız?
Sanırım, ilk adım, böyle bir sorunun varlığının bilincine
varmak. Nedense, %50 öldürme şansına sahip bir katili pek az insan ciddiye
alıyor. Belki, bazılarımız katilin başarı şansının bu denli yüksek olduğunun
farkında değil. Bazılarımız da farkında olduğu halde, cinayet tarihinin
belirsizliğine bel bağlıyor. Kimimiz de, -hiç te öyle olmadığı halde-
yapılabilecek fazla bir şey olmadığını düşünüyor olmalı.
Kuşkusuz damar sertliğine bağlı sorunlar ortaya çıktığında;
hastanelerden, doktorlardan ve ilaçlardan yardım almak insana bir parça
rahatlık veriyor. Ama ne yazık ki, kimi zaman bu yardımı talep şansımız
bile olmayabiliyor. Çoğu kez de, bu yardımın bize kısmî bir fayda sağlayabildiğini
görüyor ve tümüyle sağlıklı bireyler olamıyoruz..
Hiç kuşkusuz ki, en iyisi, bu sorunları önlemek ve korunmaktır.
Kalp krizi, felç ve gangrenle karşılaşmamak için damarlarımızı korumalı;
damar sertliğini önleyebilmek içinse, sigara, şişmanlık, hipertansiyon,
şeker hastalığı, kolesterolle savaşmalı; bunun için de "refah hastalıkları"nın
icabına bakmalıyız. Refah hastalıklarından korunmada, sağlıklı beslenme
ve yaşamda hareketliliğin ne denli önemli olduğunu artık biliyoruz.
Yaşınız kaç olursa olsun, bugünden başlayarak, damarlarınıza
daha "müşfik" davranmaya ne dersiniz? Yani sigara içiyorsanız bırakmaya,
içmiyorsanız hiç içmemeye... Düzgün aralıklarla, tüm besin unsurlarını
-ne eksik, ne fazla- gerektiğince; sağlık, hijyen ve kalitesine özen göstererek
almaya... Hem olağan yaşantımızı daha kıpır kıpır hareketlendirmeye, hem
de haftanın çoğu günü, çok yönlü egzersiz ve/veya spor yapmaya...
Bu konular artık çokça tartışılıp konuşuluyor. Kaynak bulmada,
profesyonel destek almada sıkıntı çekeceğinizi sanmıyorum. Yalnızca, "enformasyon
kirliliği" ve "umut sömürüsü" tehdidinden kendinizi korumalı; şarlatanlardan
uzak durup, çağdaş bilimi rehber edinenlere kulak vermelisiniz.
Herkese, her yaşta taptaze damarlarla, yaşama sevinciyle
taçlanmış, uzun bir ömür diliyorum.