Vitaminlerle ilgili belki de en çarpıcı öykü, D vitaminiyle ilgilidir. Kökeni yaşamın başlarına, tek hücreli canlılara kadar uzanan D vitamini, diğer pek çok vitamin gibi vücutta üretiliyordu. Üstelik canlı yaşamındaki en yaşamsal olaylardan biri olan bitkilerdekine benzer bir fotosentezin sonucuydu. D vitaminini daha çok güneş ışınları yardımıyla, derimizde üretiyorduk. O zamanlar, -insansılar olarak- yalnız Afrika’da yaşıyorduk. Coğrafya olarak güneşe daha yakındık. Dahası, henüz giyinmeyi bilmiyorduk. Sıkı korunan barınaklarımız da yoktu. Sonuçta o kadar bol güneşimiz vardı ki, vücudumuz vitamin üretebilmemize yetecek ama bizi yakmayacak şekilde derimizin altında kalın bir melanin örtüsüne sahipti. Yani koyu tenliydik.
Başarısızlıkla sonuçlanan iki fütuhat hamlesini (Neandertallar ve bazı Asyalıları) saymazsak, insanlığın yaşamı 100 bin yıl öncesine kadar Afrika ile sınırlıydı. İnsan atalarımızın (Homo sapiens~Cro Magnon) dünyayı gerçek fethi, bundan sonra, son 40-50 bin yıl içindedir. Ne var ki, Afrika’dan tüm dünyaya yayılırken bol güneşi yanımızda götüremedik. Giyinmeye ve kendimizi daha rahat koruyabileceğimiz kapalı yerlerde yaşamaya başladık. Tüm bu değişikliklerin bedeli, artık eskisi kadar D vitamini üretememek oldu.
O zamanlar, bu bedelin, bizden neler götürdüğünü çok iyi bilmiyoruz. Ama imdadımıza “mutasyon” dediğimiz, genetik talimatlarda gerçekleşen bir değişiklik yetişmiş. Cildimizi koyulaştıran genlerden biri değişmiş ve bu değişim doğal ve cinsel seçimle yayılmış. Bu sayede hem cilt, hem de göz renginde açılmalar olmuş. Derimize ulaşan ışınları emen melanin tabakası incelince, güneşten daha çok yararlanır hale gelmişiz.
Ancak bu değişim de sorunu çözmeye yetmemiş.