dr. pozitif
daha sağlıklı • daha ince
daha genç • daha mutlu
ana sayfa
biz kimiz?
zayıflayalım
besinler
hareketlenelim
sigarasız hayat
hastalanmayalım
gerçekten mi?
haberler
sağlık‑ölçer
gülelim
fat burning calculator
ücretsiz abone olun
bu sayfayı arkadaşıma gönder
ana sayfa
biz kimiz?
zayıflayalım
besinler
hareketlenelim
sigarasız hayat
hastalanmayalım
gerçekten mi?
haberler
sağlık‑ölçer
gülelim
fat burning calculator
___________________________
ücretsiz abone olun
bu sayfayı arkadaşıma gönder
D vitamininin kemik sağlığından “her derde deva” haline geçişinin öyküsü
Dr Ömer Dönderici
12.02.2015

Aslında D vitamininin kemik sağlığından başka  faydalarını gösteren işaretlerin tarihi çok ta yeni değildir.

Raşitik çocukların, aynı zamanda çok sık üst solunum yolları enfeksiyonu geçirdiği gözlenmişti. Keza, çocuklara balık yağı vermekle kemik sağlığı yanında mikroplu hastalıklarla savaşta da daha iyi sonuçlar alındığına ilişkin gözlemler vardı. Güneşin verem hastalarına iyi geldiği inancıyla sanatoryumların güneşli yerlerde kurulması tercih edilmekteydi. 1903’te İzlanda’lı Finsen, deri veremi (deri tüberkülozu: “lupus vulgaris”) tedavisinde güneş ışınlarının faydalı olduğunu göstermesi nedeniyle 1903’te Nobel ödülüne layık görülmüştü.

Güneşle hastalık arasındaki ilişkiye dair gözlemler enfeksiyonlarla sınırlı değildi. Benzer ilişkiler kanserle de kuruldu. İlk gözlemlerden biri, cilt kanserli hastaların diğer kanserlere daha az yakalandıklarının saptanmış olmasıdır. 1915’te Hoffman, ekvatordan uzaklaştıkça, yaşanılan enlem derecesine  bağlı olarak, kanserden ölüm oranının arttığını gösterdi. Bunu 1941’de “kuzeydoğuda, güneye göre daha fazla kanser ölümü gerçekleştiği” şeklinde benzer gözlemlerde bulunan Apperly’nin raporu izledi.

Her nedense, bu gözlemler yetmişli yıllara kadar yeterince yankı bulmadı. 1970’lerde kanserden ölüm oranı haritaları ABD’de, Avrupa’da ve genel olarak Dünya’da ekvatordan uzaklaştıkça kanser ölümlerinde artışı gözler önüne serdi. 1980’de Johns Hopkins Üniversitesi’nden Cedric ve Frank Garland kardeşler, kalın bağırsak (ve meme) kanseriyle coğrafî enlemler arasındaki ilişkiye dikkat çekti ve bunun D vitamini ile ilişkili olabileceğini ileri sürdü. Onlara göre bunun sebebi, güneyde güneş nedeniyle daha fazla, kuzeyde ise daha az D vitamini üretimiydi. Kanserin benzer coğrafî dağılım örneği meme, prostat, yumurtalık kanserleriyle devam etti. Daha sonra Edward Gorham ve arkadaşları, kanda D vitamini düzeyini ölçerek, daha açık bir biçimde kanda D vitamini seviyesi ile kanser riski arasındaki ters ilişkiyi rakamlara döktüler.

Sonraki yıllarda güneş ve D vitamini ile ilişkilendirilen hastalıkların sayısı her geçen gün arttı ve hala artmaya devam ediyor. Bu konuda en çok ilgi görenlerden biri beyni ve omuriliği tutan “multipl skleroz (MS)” hastalığıdır. Ama tip 1 şeker hastalığı daha çarpıcı bir örnektir. Bu hastalığa kuzey ülkelerinde, ekvatora yakın ülkelere göre 10-15 kat daha fazla rastlandığı gibi, vakaların ortaya çıkışı kışın çok daha fazladır. Bu da diğerleri gibi önce güneş ışığıyla ilişkilendirilmiş; sonra da bu hastaların kanlarında D vitamini seviyesinin düşüklüğü gösterilerek ilişki doğrulanmıştır. Listeye iltihaplı bağırsak hastalıkları olan Crohn ve kolitis ülseroza’nın eklenmesi, D vitamini ile son saydığımız üç hastalığın ortak paydası olan bağışıklık sisteminin vücudun kendisine yöneldiği “otoimmün hastalıklar” arasındaki ilişkinin genelleştirilmesine neden olmuştur.

1979’da Rostand kuzeyde daha çok tansiyon yüksekliği hastası görüldüğünü ve bunun D vitaminiyle ilişkili olabileceğini bildirdi. Bu arada tip 1 şeker hastalığıyla ilişki, tip 2’yi de içerecek şekilde genişletildi. Bunu kilo ve kalp-damar hastalıklarıyla olan ilişkilendirmeler izledi. 1980’li yıllarda deriye uygulanan D vitamininin sedef hastalığına iyi geldiği saptandı.

***

Bir bölümünü saydığımız, D vitamini ile pek çok hastalık arasında ilişki bir umut dalgası yarattı. Madem ki, pek çok hastalıkta D vitamini eksikliği pay sahibiydi; o zaman D vitamini vererek veya güneşlenerek kandaki D vitamini düzeyini yükseltir, pek çok hastalıkta iyi sonuçlar alabilirdik.

Ama göz ardı edilen bir şey vardı: İster güneşlenelim, ister ağızdan gıdalar veya ilaç takviyesi şeklinde alalım, aldığımız D vitamini, önce karaciğer, sonra böbrekte değişime uğradıktan sonra etki edebiliyordu. Bu dönüşüm ise kandaki kalsiyum, fosfor ve parathormon (PTH) tarafından sıkı sıkıya kontrol altındaydı. Yani, bizim ister güneş, ister diyetle D vitamini yüklememiz, vücudumuzda D vitamini artışımızı garantiye almaya yetmiyordu. Bütün ayarlama, kalsiyum ve fosfor dengesi üstünden yapılıyordu. D vitamini, gerçekten vücudun birçok yerine etkili ve pek çok değişik hastalığa yol açıyorsa, bunların tümünün kontrolünün kalsiyum ve fosfor dengesi üstünden olduğu anlamına geliyordu. Bu pek te mantıklı değildi.

Zaten gerçeğin de öyle olmadığı anlaşıldı. D vitamininin aktif şekli olan kalsitriolun (1,25 dihidroksiviataminD) düşünüldüğü gibi, yalnız böbrekte aktifleştirilmediği ve yalnız kandaki kalsiyum, fosfor ve parathormonun kontrolü altında olmadığı anlaşıldı. Vücudun pek çok yerinde de, böbrekte olduğu gibi, aktif D vitamini (kalsitriol) üretilebiliyordu. Ancak aktifleştirilen vitamin kana verilmiyor, aktif hale getirildiği doku tarafından; –muhtemelen ilgili dokuların kendi kontrol mekanizmaları altında- kullanılıyordu. 1980’lerde böbrek dışında çok sayıda dokuda –D vitaminini aktifleştiren 1-alfa hidroksilaz enzimi oluşturulabildiği saptandı. Bunların sayısı onu geçmiştir.

D vitamini reseptörüZaten daha önce yapılan bir çalışmada, D vitamini yetersizliği bulunan farelere radyoaktif maddeyle işaretlenmiş (böylelikle görüntüleme teknikleriyle vücuttaki seyri takip edilebilen) aktif D vitamini (kalsitriol) verildiğinde, yalnız kemikte değil; deri, kalın bağırsak, beyin, pankreas gibi pek çok dokuda yoğunlaştığı saptanmıştı. Bu çalışmadan on yıl kadar sonra, D vitamininin tesir ettiği dokuya etkisini gösterebilmek için bağlandığı D vitamini almaçlarının (reseptör) yalnızca iskelet sisteminde değil; vücuttaki –beyin, kalın bağırsak, prostat, meme, bağışıklık sistemi gibi- pek çok dokuda bulunduğu keşfedilmişti.

Bir başka gelişme genlerle ilgiliydi. İnsan genomunun yaklaşık %3 kadarının aktif D vitamininin (kalsitriolun) kontrolü altında olduğu; bunu iki bini aşan sayıda genle gerçekleştirdiği belirlendi. Bu kadar yüksek miktarda gen ve yüksek oranda genomun D vitaminiyle ilgili olması, D vitamininin işlevinin “yalnızca kandaki kalsiyum ve fosforun kontrolünden ibaret” olmadığını düşündürüyordu. D vitaminin muhtemelen ortaya koyabildiğimizden öte işlevlere sahip olabileceğiyle ilgili bir başka işaret, kırktan fazla ara ve son ürününün (metabolitinin) keşfedilmiş olmasıdır.

Sonuç itibariyle, artık D vitamininin yalnızca kemik sağlığıyla ilgili olmadığını; vücutta muhtemelen pek çok dokunun işlevini etkileme ve pek çok hastalığın oluşmasında potansiyel rolünün bulunduğunu biliyoruz. Doksanlı yılların ortalarından başlayarak, yeni bir D vitamini araştırmaları dalgasıyla karşı karşıyayız.

D vitaminiyle ilişkilendirilen hastalıkların sayısının her geçen gün artışı, doktorlar kadar, halkta da yansıma buldu. Artık pek çok kişi, kanında D vitamini baktırıp, çeşitli beklentilerle kanlarındaki açığı kapatmak için D vitamini desteğine başvurmaktalar.

Ne var ki, dalga durulmuş ve henüz ileri sürülenlerden herkesin uzlaşabildiği çok keskin sonuçlar ortaya çıkmış değil. Önümüzdeki yıllar, bu konuda pek çok yeni bilginin ortaya çıkması ve resmin biraz daha netleşmesi muhtemeldir.

 

diyet çiceği

Bu yazıyı okuduğunuza göre belki bunlar da ilginizi çeker:

| yukarı |
 Kapat   X  dr. pozitif'e kaydolun- gökkuşağı

dr. pozitif'e ücretsiz kaydolun. Daha sağlıklı, daha ince, daha genç, daha mutlu olma yolunda gelişmeleri, yenilikleri size haber verelim.



Veya aşağıdaki formu doldurup Kaydet düğmesine basın
Adınız:
Soyadınız:
E-Postanız:
ana sayfa
biz kimiz?
zayıflayalım
besinler
hareketlenelim
sigarasız hayat
hastalanmayalım
gerçekten mi?
stres
sağlık‑ölçer
gülelim
fat burning calculator
___________________________
ücretsiz abone olun
bu sayfayı arkadaşıma gönder