1923’te Goldblatt ve Soames, D vitamininin deride de sentezlendiğini saptadılar. Daha sonra Hess ve Weinstock, kestikleri küçük deri parçalarının bazısını ultraviyole ile ışınlayıp bazısını ışınlamadılar. Işınladıkları derileri verdikleri raşitik fareler iyileşirken, ışınlamadıklarını yiyenler iyileşmediler. Çalışmalarını, “ışık eşittir D vitamini” şeklinde formüle ettiler.
30’lu yıllarda Alman Prof Adolf Otto Reinhold Windaus, 55 kişilik bir ekiple, D vitamininin kimyasal yapısını belirledi ve bu nedenle 1928’de Nobel’le ödüllendirildi.
D vitamininin de farklı yapılarda olabileceği ortaya çıktı.
- D vitamini yapısında olduğu halde, D vitamini etkisi göstermeyenleri D1 olarak adlandırıldı.
- 1932’de Askew ve arkadaşları, ergosterolun ultraviyoleyle ışınlamasıyla ergokalsiferol (D2 vitamini) elde etmeyi başardılar.
- 1935’te Windaus, 7-dehidrokolesterol u izole etti. 1937’de de Bock’la birlikte, 7-dehidrokolesteroldan ultraviyoleyle ışınlamayla D3 vitaminini (kolekalsiferol) oluşturdular.
***
Otuzlu yıllara gelindiğinde, bir yandan ışınlamalarla, diğer yandan diyetle yüzyıllar boyu çocukların baş belası raşitizm, sorun olmaktan çıkmış odu. Raşitizmin erişkinlerdeki karşılığı olan ve kendini kemik ağrıları, kas güçsüzlüğü, kemiklerin kolay kırılmasıyla gösteren “osteomalazi” sorunu da çözülmüş oldu. Bazı ülkeler raşitik çocuk karabasanından öylesine rahatsızdı ki, sonraki yıllarda sütün D vitaminiyle zenginleştirilmesini yasal zorunluk haline getirdiler.
1925-26 yıllarında, Shipley ve arkadaşları, raşitik kemik parçalarını D vitamini eksik hayvan serumunda beklettiklerinde, kemiklere kalsiyum ve fosfat birikmezken, D vitaminiyle desteklenmiş hayvanlarınkinde birikim saptadılar. Aynı tarihlerde, hem McCollum ve arkadaşları, hem de Steenbock ve Black, D vitaminin kanda yanız kalsiyumu değil, fosfatı da artırdığını ortaya koydular. 1937’de Nicolaysen, D vitamininin ince bağırsaktan kalsiyum emilimini artırdığını ve kalsiyumdan fakir beslenenlerde bu emilimin daha faza olduğunu gösterdi.
1952’de, D vitamininin kemikte kalsiyum birikimine katkısını yalanlarcasına, Carlsson ve Bauer tarafından, D vitamininin kemikten kana kalsiyum geçişini hızlandırdığı saptandı. Bu D vitamininin birincil işlevinin kalsiyumu (ve fosfatı) kemikte değil, kanda artırmak olduğu; kemikteki kalsiyum artışına katkısını bu yolla gerçekleştirdiği ve kanda kalsiyumu artırmakla, sinir ve kas sisteminde de önemli etkileri olabileceği bilgilerinin yolunu açtı.
Sonraki yıllar, D vitamininin çok sayıda ara ve son ürününün (metabolitinin) varlığının keşfedilmesine ve D vitamininin vücutta uğradığı değişimlerin ortaya çıkarılmasına tanıklık etti. Deride güneş yardımıyla oluşan ya da gıdalar veya ilaçla aldığımız D vitamini etkisini gösterebilmesi için önce karaciğer, sonra da böbrekte değişime uğramak zorundaydı. Bu keşfi, D vitamini ile paratiroid bezi arasındaki ilişkinin saptanması izledi. 1975’e gelindiğinde, vücutta kalsiyum ve fosfor dengesini düzenleyen bir vitamin olarak D vitaminine ilişkin pek çok karanlık nokta aydınlanmış oldu.
Bu gelişmelerin iyi yanı, D vitamininin kemik sağlığına olumlu etkisi yanında kemik sağlığı ve kalsiyumla ilgili pek çok gizemin çözülmesi oldu. Ama belki de, D vitamininin diğer etkilerinin gözden kaçırılmasına katkı sağladı.