Bedenimiz trilyonlarca üyesiyle, -aralarında iş bölümü yapmış- farklı doku ve organlardan oluşan bir hücreler topluluğudur.
İster istemez konumları ve işlevleri nedeniyle yıpranırlar, onarımları veya yenilenmeleri gerekir. Pek farkında değiliz ama yaklaşık 7 yılda neredeyse bedenimizin bir başkasıyla değiştirilmemiş atomu kalmaz! Yani vücudumuzda sıkı bir yıkım ve yapım faaliyeti vardır. Yenilenme vücudumuzun bazı kısımlarında çok hızlı, bazısında yavaştır. Söz gelimi, kabaca mide ve bağırsak örtüsü 3-4 gün, dil tat hücreleri 10 gün; kemik yıkım hücreleri (osteoklastlar) 2 hafta, deri örtümüz 4 hafta; düz kas hücreleri 2 ay, kemik yapım hücreleri (osteoblastlar) 3 ay; yağ hücreleri 8 yıl, iskelet 10 yıl, kas hücreleri 10-15 yılda bir yenilenmiş olur.
Vücudumuzun her bir hücresi veya organının yaşamını sürdürebilmesinin olmazsa olmazı enerji ihtiyacının karşılanmasıdır.
Besin bulmanın zor olduğu ortamlarda tasarlanan bedenimiz, enerji açısından (mühendisleri kıskandıracak) yüksek verimlilikle çalışır. Aynı verimlilik -farklı amino asit, yağ asidi, vitamin, mineral gibi- yapımda gerekli malzemeler için de söz konusudur. An be an, vücudun farklı kısımlarının; gerek enerji, gerek yapı malzemeleri ihtiyacı belirlenip, eldekiler buna göre paylaştırılır. Mesela istirahatte vücutta dolaşan toplam kanın %20’sini alan iskelet kası, yoğun egzersiz sırasında %70’inden fazlasını alabilir. Tabii ki, bunu alabilmesi için kalp (ve cilt) dışındaki organların fedakârlık yapmaları gerekir.
Yani vücut “sabit ödeme” yapmaz. Sürekli değişen koşullara göre ortaya çıkan “gerçek” ihtiyaç belirlenip, ona göre dağıtım yapılır.
***
Örneğimizden hareketin ihtiyacı ve dolayısıyla vücuttaki dağıtımı çok değiştirdiğini ve iskelet kasının çok maliyetli olduğunu anlıyoruz.
Nasıl ki, yoğun egzersizde iskelet kasları kayırılıyorsa, hareketsizlikte de, tersine en büyük kaybı onlar yaşar. Hareketsizlik ölçüsünde, -yenilenmesi için kas yıkımı sürdüğü halde- vücut “nasılsa ihtiyaç yok” diyerek kaslara enerji ve yapı malzemesi göndermeyi keser. Böylelikle yapım aksar ve kaslar incelmeye başlar (“atrofi”). Hiç hareket etmeyenlerde bu kayıp haftada %12 gibi çok yüksek oranlara çıkabilmektedir.
İncelmeye paralel olarak kaslar güçsüzleşir. Kasların boyu kısalır ve giderek sertleşir (“kontraktür”). Bunlar hareketsizliği daha da teşvik eder ve bir tür kısır döngü ortaya çıkar. Doğal olarak vücudun duruşu (“postür”) bozulur ve vücudun dengesinin sağlanması güçleşir.
Yapım-yıkım denge bozukluğu kemiklerde de karşımıza çıkar: Kemik yıkımı -olağan seyrinde- sürdüğü halde, -hareketsizlik nedeniyle- yük binmiyorsa, (ihtiyacın olmadığı kanaatiyle) vücut yapım için kaynak ayırmaz. Kemiklerin -kalsiyum, fosfor, magnezyum- mineralleri ve sonuçta direnci azalır; kemik erimesi hızlanır. Fazlaca hareketsiz kalan birinde omurgada haftalık kemik yoğunluğu kaybı %1 dolayında saptanmıştır.
Kasları nedeniyle güçsüzleşen ve düşme riski artan kişinin bu yüzden kırık riski de artar. Zaten ciddi kemik erimesi sorunu yaşayanlarda (ciddi bir çarpma düşme olmaksızın) “kendiliğinden” kırıklar dahi ortaya çıkabilir.
Hareketin ne kadar kan oburu olduğunu söylemiştim. Tabii ki, kasların asıl peşinde olduğu şey, kanla taşınan enerji yani yakıt (yani yağ asidi ve glikoz) ve oksijendir. Bu nedenle hareketsizlik kan dolaşımı ve oksijen temininden sorumlu kalp ve akciğeri de etkiler. Kalp her bir atım sırasında (ihtiyaç azaldığından) daha az kan pompalar. Uzun dönemde kalp kası da incelir (ve güçsüzleşir). Akciğerin solunum kapasitesi azalır. Ciddi hareketsizlikte soluk yolları daralır, hatta hava kesecikleri çökebilir (“atalektazi”). Sonuçta kanda oksijen yoğunluğu azalıp karbondioksit yoğunluğu artar. Vücut telafi için dakikadaki kalp atım sayısını artırır (nabız hızlanır).
Normalde alt üyelerimizdeki (uyluk, bacak ve ayaktaki) kanın kalbe geri dönmesinde, kilit unsurlardan biri, buralardaki kasların hareket sırasında toplardamarları sıkıştırmasıdır. Hareketsizlik bu bölgedeki kanın geri dönüşünü bozar, toplardamarlarda kan göllenir ve -varsa- varisler azar, ödem oluşabilir. Kanın durgunluğu -özellikle baldırda- pıhtı oluşmasını ve toplardamarların iltihaplanmasını (“tromboflebit”) tetikler. Basit bir hareket bile pıhtının kalbe yönelmesine ve buradan da akciğerlere gidip damarları tıkamasına (“akciğer embolisi”) neden olabilir. Bu, birden ölüme yol açabilecek ölçüde ciddi bir durumdur.
Her şey gibi, kan da yer çekimine tabi olduğundan, bedenin alt kısımlarına toplanmaya eğilimlidir. Buna karşılık gövdemizin en tepesindeki beynimizin kansızlığa tahammülü yoktur. Özellikle yatan ya da oturan biri, -birden- ayağa kalktığında, vücudumuzun üst kısımlarındaki damarlarda bulunan alıcılar, beynin kansız kalmasını önleyen tepkiler üretir. Ne var ki, uzun süren hareketsizlikte onlar da tembelleşir. Bu yüzden birden ayağa kalkıldığında tansiyon düşer (“postüral/ortostatik hipotansiyon”), beyin bir an kansız kalır. Bu da baş dönmesi, düşme ve bayılmaya neden olabilir.
Bir yandan hareketsizliğin kendisi, öte yandan kaslardaki zayıflama, metabolizma hızını yavaşlatır. Hem bu, hem de eskisi kadar şekere ihtiyaç duymamaları, iskelet kaslarındaki (şekerin hücreye girişini destekleyen) insülin almaçlarının sayısını (“ekspresyonunu”) azaltır. Sonuç kanda şeker seviyesinin yükselmesi; (eskiden “gizli şeker” denen) glikoz tolerans bozukluğu ve (aşikâr) şeker hastalığını tetiklemesidir.
Hareketsizlik ve metabolizma hızındaki yavaşlamaya rağmen, aynı şekilde beslenmeye devam etmek, (hatta daha da fazla yemek,) fazla enerjinin yağ olarak depolanmasına; kanda trigliserit ve kötü (LDL) kolesterolün artmasına neden olur.
Kaslardaki incelme ve kemik yoğunluğundaki azalma -yağlanmaya rağmen- kilo artışını maskeleyebilir. Tartının değişmediğini görmek, yersiz bir iyimserlik yaratabilir.
Hareketsizliğe eklenen kanda şeker ve kötü kan yağlarının artışı, damar sertliği (“ateroskleroz”) sürecini olumsuz etkiler.
Olumsuzluklardan bağışıklık sistemi de payını alır: Sitokin ve interlökin gibi bağışıklığı destekleyici maddelerin yapımı azalır.
Hareketsizliğin ayrıca kabızlığı teşvik etmesi, kan yapımında azalmaya yol açması, özellikle fazlaca yatanlarda sıvı kaybı, kan yoğunlaşması, böbrek taşı oluşumu ve mesanede idrar birikimine sebep olması da mümkündür.
Saydığımız konularda zaten sıkıntı yaşayan; mesela kemik erimesi (“osteoporoz”), şeker hastalığı, varis, damar sertliği (“ateroskleroz”) gibi problemleri olanların hastalıklarının alevlenmesi sürpriz olmayacaktır. Böylesi sorunlarla henüz tanışmamış olanlarsa, bu sorunlara davetiye çıkaracaklardır.